Tek Güce Teslim Edilen Bir Dünya

 

Her güç dengeyle sınanır; her denge adaletle korunur. Tek güce teslim edilen dünya, insanlığın ortak vicdanını kaybetme riski taşır.

 

Tek merkeze teslim edilen bir dünyanın tehlikelerini, doğanın denge yasası ve ulus devletlerin adalet içindeki rolüyle yeniden düşünün.

 

Tekliğin Yanılgısı

“Tek devlet, tek millet, tek bayrak” sloganları kulağa birliği çağrıştırır gibi görünse de, aslında doğal dengeye aykırı bir yanılsamadır.
Bir bahçede yalnızca bir tür bitki yetişse, o bahçe kısa sürede hastalanır.
Çünkü aynı kök, aynı topraktan hep aynı minerali çeker ve toprağı fakirleştirir.

Dünya da böyledir:
Tek bir merkezden yönetilen insanlık, sonunda tek bir hatanın bedelini hep birlikte öder.

Tarih, tek gücün felaket getirdiği örneklerle doludur.
Antik imparatorluklar büyüdükçe halklar ezildi, insanlık onurunu yitirdi.
Merkezi kararlar, halkların nefesini kesti.
Gücün zirvesine çıkanlar kimseye hesap vermez oldu;
hatta kendini tanrı ilan eden krallar bile çıktı.

Bugün “tek dünya düzeni” adı altında sunulan fikir,
aynı hatayı daha büyük bir ölçekte tekrarlama tehlikesi taşır.

Bir gün o tek gücü elinde tutan irade yozlaşırsa —
kim kimin için adalet ister?
Kime şikâyet edilir zulüm?
Kimin sesi yankı bulur?


Ulus Devletlerin Vicdanı

Güney Kore örneği bu soruların cevabıdır:
Bağımsız devletler olmasaydı,
baskı altındaki bir halkın sesini dünyaya kim duyurabilirdi?
Eğer ulus devletler, birbirinin vicdan aynası olmasaydı,
insanlık kendi hatalarını kimden öğrenebilirdi?

Ulus devletler, birbirini yok etmek için değil, dengelemek için vardır.


Dengenin Yasası

Doğa dengeyle var olur; her güç başka bir güçle sınırlandırılır.
Gecenin karşısında gündüz, yazın karşısında kış vardır.
İnsanlık da bu yasadan ayrı değildir.

Bir devletin gücü, başka bir devletin özgürlüğünü tehdit ettiğinde,
karşısında duracak bir başka egemen ses olmalıdır.
Bu karşılıklı denetim, savaş için değil,
barışın sigortası içindir.

Gerçek adalet, merkezi bir buyruğun değil;
evrensel hukuk biliminin, vicdanın ve ortak insanlık aklının ürünüdür.
Ulus devletler, bu vicdan zincirinin halkalarıdır.
Birinin vicdanı zayıfladığında,
diğeri devreye girer —
ve insanlık terazisi dengede kalır.


Kadim Milletlerin Sorumluluğu

Kadim milletler, geçmişin bilgeliğini taşır.
Onlar yalnızca eski kültürlerin mirasçıları değil,
adalet dengesinin yaşayan hafızasıdır.

Türklerin töresi, Çin’in uyumu, Hint’in dharması, Afrika’nın ubuntu felsefesi —
hepsi aynı çağrıyı yapar:

“Güç denetlenmezse yozlaşır;
denge, adaletin teminatıdır.”

Bu yüzden her millet, kendi kökünde ve kendi vatanında özgür kalmalı,
ama aynı zamanda insanlığın hukuk ağında sorumluluk taşımalıdır.

Bir devletin yükselişi, bir diğerinin ezilişiyle değil,
ortak dengedeki uyumuyla ölçülmelidir.

A’dan F’ye Uzanan Atalar Zinciri

 

HaplogrupKöken (yaklaşık)Bölge / HalklarAnlamı
A>200.000 yıl önceGüney & Doğu Afrikaİnsanlığın en eski kökü, yaşayan atalar.
B~150.000 yıl önceOrta AfrikaPigme ve bazı Batı Afrika toplulukları.
C~60.000 yıl önceAsya, Okyanusya, Amerikaİlk göçmen soy; Avustralya, Japonya, Amerika yerlileri.
D~55.000 yıl önceAsya (Tibet, Japonya, Andaman)İzole halklar; derin Asya soyları.
E~65.000 yıl önceAfrika, Orta Doğu, AkdenizAfrika ve Akdeniz dünyasını bağlayan köprü.
F~50.000 yıl önceAsya -TürkAvrupa, Güney Asya ve Amerika’daki çoğu modern soyun atası.

Bu tablo, insanlığın “Bu 6 temel ata” dan,  çokluğa uzandığını gösterir.
Yani dünya insanlık ailesi sadece bu 6 temel kök ağacının  dallarından oluşuyor —
kimi dal Afrika’da, kimi Asya’da, kimi Avrupa’da yeşermiş.

Tarihin Unutulan Hakikati: Türkler, Halkın Devleti ve Kralların İmparatorluğu

Tarihin unutulan yüzü: Halkın devleti, kralların imparatorluğu… Türkler neden her dönemde özgürlüğün sesi oldu? Cevap geçmişte gizli.

Sargon’un Sümer uygarlığını yıkması, sadece bir medeniyetin çöküşü değildi; aynı zamanda halk egemenliğine dayanan bir yaşam biçiminin ezilmesiydi.
Bu büyük kırılmadan kaçmayı başaran Sümer halkından iki ana grup hayatta kaldı.

İlki Anadolu’ya sığındı ve burada Turkku/Türki İllerini kurarak halk egemenliğine dayalı yaşamı sürdürmeye çalıştı.
İkincisi batıya göç edip İtalya’da Etrüsk uygarlığını inşa etti.
Bugün ortaya çıkan arkeolojik bulgular, bu uygarlıkların kökenlerinde Türk etkilerinin tesadüfle açıklanamayacak kadar çok olduğunu gösteriyor.
Bu konuya karşı çıkan tarihçiler olsa da, üzerinde düşünülmesi ve araştırmaların derinleştirilmesi gerektiği açıktır.


Türkler: Savaşçı mıdır, halkın savunucusu mudur?

Yaygın kanaatin tersine, Türkler doğuştan savaşçı bir toplum değil; çoğu zaman savaşa zorlanmış, halkın özgürlüğünü ve kolektif yaşam biçimini korumaya çalışmış bir millettir.
Tarih boyunca halk temelli sistemleri yıkan; Sargon ile başlayan imparatorluk, yani krallık düzeni halkı köleleştirmeye odaklanmıştır.
Türkler ise bu düzene boyun eğmek yerine çekilmiş, yeniden örgütlenmiş, yeni devletler kurarak halk iradesini korumaya çalışmıştır.

“Türkler devlet kurar, krallar yıkar.”
Bu ifade, salt bir slogan değil; tarihin farklı örüntülerine bakıldığında görülen bir hakikattir.


Etrüskler, Roma ve “Medeni” Öyküler

Roma’yı “medeniyet” olarak tanımlayan tarih anlatıları, genellikle Etrüsklerin yok oluşuna dair 300 yıl süren, sistematik ve kanlı dönemi görmezden gelir.
Oysa Etrüskler, cinsiyetçilikten uzak, eşitlikçi ve özgürlükleri savunan bir toplumdu.
Roma aristokrasisi ise bu toplumu “ahlaksız” gerekçesiyle damgalayıp ortadan kaldırdı.

Roma’nın egemenliği, halkçı sistemi yok ederek kölelik düzenini yeniden tesis etti.
Etrüsk soyluları ve halkı baskıdan kaçıp Orta Asya’ya yöneldiler; burada saklanarak güçlendiler, çoğaldılar ve yeniden tarih sahnesine döndüler.
Bu mirasın tarih sahnesinde Atilla  figürüyle yankı bulması; destansı, intikam motifli bir anlatıya dönüşmüştür.
Atilla yalnızca fetheden değil; yok edilen halkların ve köleleştirilen toplumların haykırışı olarak tarih sahnesine çıkmıştır.


İktidarın İki Yöntemi: Kılıç ve İdeoloji

Krallığın ve imparatorluğun baskı araçları yalnızca ordudan ibaret değildi.
Zamanla “tanrısal meşruiyet” kavramı ortaya atıldı:
İnsanlar artık doğrudan krala değil, krala tanrısal yetki veren kurumlara ve figürlere bağlandı.
Halifelikler, piskoposluklar ve benzeri yapılar, halk iradesinin üzerini örtmek için kullanıldı.

Ve günümüzde de benzer taktikler sürdürülüyor:

“Böl, parçala; sonra birbirine düşür.
Parçaladıklarını savaştır, küçük lokmalar haline getir ve kontrolü ele al.”

Zaten aksi düşünülemez, değil mi?
Başka türlü devasa büyüklükte bir halk nüfusu, nasıl olur da bir ailenin veya küçük bir zümrenin kölesi haline gelir?
Milletleri bin bir etnik kökene, mezhebe, statüye bölüp birbirine düşürmeden kölelik düzeni olan bir imparatorluk kurulabilir mi?
Elbette hayır.
İşte bu bölücü mekanizma, halkın özgürleşmesine karşı kullanılan en etkili araçlardan biri olmuştur.
Ancak Türk toplulukları ve benzeri halk hareketleri, zaman zaman bu suni meşruiyeti kırmayı başarmıştır.


Tarihi Kim Yazdı?

Tarihi yazanlar çoğunlukla egemen düzenin taşeronu oldular.
Bu nedenle kimi figürler “kötü” ilan edilirken, onların yükselişinin ya da direnişinin sebepleri çoğu zaman göz ardı edildi.
Örneğin Cengiz Han ve Hülagû’nun tarihteki karalanmış imgesi, onların hangi toplumsal kırılmaların sonucu olarak tarih sahnesine çıktığını sorgulayan çok az kişi vardır.
Talkan ve Curcan’daki yüz yıl süren katliamların tarihsel bağlamını saklayarak Cengiz Han’ı ya da Hülagû’yu karalamak kolaydır.


Türklerin Tarihteki Yeri ve Halkla İlişkisi

Tarih boyunca birçok hükümdar, sultan ve tiran Türklerden çekinmiş veya onlardan nefret etmiştir.
Zira “Türk” olmak, halk egemenliğini ve adaleti savunmakla eş anlamlı kabul edilirdi.
Egemenliğin kaynağını halkta değil, hanedan soylu krallarda olması gerektiğini savunan elitler, ve bu kölelik düzenine dini meşruiyet sağlamak için ortaya çıkan ruhbanlık sınıfları ise, Türkleri her zaman bir tehdit unsuru olarak görmüş ve tarih boyunca Türkler hakkında karalama kampanyası yürütmüşlerdir. 

Ama halk, Türkleri her zaman sevmiştir. Çünkü Türk olmak; özgürlüğü, adaleti ve halkın iradesini savunmak demektir. Bu yüzden pek çok destanda, türkülerde ve halk hafızasında Türkler — somut ya da sembolik olarak — özgürlük savunucusu figürler olarak yaşamaya devam etmeye devam ediyor.


Günümüz İçin Bir Hatırlatma

Eskiden imparatorluk ve krallık düzenine karşı yalnızca Türkler bir tehdit olarak görülürdü;
bugün ise benzer bir yok etme arzusu farklı söylemlerle ve aktörlerle sürdürülüyor.
Yani artık hedefte sadece Türkler değil; aklı, bilimi, hukuku ve insan onurunu savunan tüm toplumlar hedefte.


Ne mutlu Türk’üm diyene!

Milliyetçilik ve Aidiyet Duygusu: Küreselleşme Çağında Kimliğimizi Neden Kaybediyoruz?

 

Milliyetçilik ve Aidiyet Duygusu: Doğanın Kadim Refleksi

Sanılanın aksine, milliyetçilik ya da aidiyet duygusu insanlık tarihinde yeni ortaya çıkmış bir olgu değildir. İnsan, bilinç kazandığı andan itibaren kendinden olanı koruma refleksiyle hareket etmiştir. Üstelik bu durum sadece insan toplumlarına özgü değildir; tüm doğada gözlemlenebilen bir hayatta kalma içgüdüsüdür.

Bu gerçek bize şunu gösterir: Aidiyet duygusu – milliyetçilik içgüdüseldir, doğaldır ve gereklidir.
Kısaca milliyetçilik; kolektif hafıza, aidiyet bilinci ve topluluk bilinciyle kendi grubunu tanıma, koruma ve onunla birlikte var olma isteğidir.


Doğada Milliyetçilik: Hayvanlar Aleminden Örnekler

Doğaya baktığımızda, bu aidiyet ve sınır koruma refleksinin pek çok canlı türünde mevcut olduğunu görürüz:

  • Aslanlar, kendi sürüleriyle yaşar ve başka bir sürüyle karşılaştıklarında ölümüne mücadele ederler.

  • Kurtlar, sürülerini dışarıdan gelenlere karşı korur; içlerine yabancıyı kolay kolay almazlar.

  • Kuşlar, göç yollarını ve kuluçka bölgelerini nesiller boyunca koruyarak bir tür “doğal milliyetçilik” sergilerler.

Bu davranış biçimleri, hayatta kalmanın temel şartlarından biridir.
Evcil hayvanlarda bile benzer bir içgüdü gözlemlenir: Aynı evde yaşayan bir kediyle köpek zamanla birbirine alışabilir; ancak her biri kendi “kültürüne” ve içgüdüsüne bağlı kalır. Günün sonunda her hayvan kendi türüne, kendi alanına döner.

Tüm canlılar birbiriyle dost olabilir, karşılıklı çıkar ilişkileri kurabilir; fakat hiçbiri diğerinin sınırlarını ihlal etmez. Bu, doğanın içsel bir dengesi ve saygılı bir sınır korumasıdır.
İşte bu doğal denge, insan dünyasında milliyetçiliğin en saf  hali olarak karşımıza çıkar.

Küreselleşme ve Milliyetçilik Arasındaki Çatışma

Günümüzde “küreselleşme” adı altında yürütülen ekonomik, kültürel ve siyasal süreçler, milliyetçilik ve aidiyet bilincini zayıflatma eğilimindedir.
Bu süreci yöneten odaklar — kimi zaman “küresel elitler”, kimi zaman “uluslarüstü şirketler” — bireylerin kendilerini bir millete, topluma veya kültüre ait hissetmelerini eski bir kavram, hatta tehlikeli bir düşünce gibi göstermeye çalışmaktadır.

Peki neden?
Çünkü aidiyet duygusu, korunmanın, direnişin ve kimliğin temelidir.
Kendine ait olduğunu bilen bir toplum; değerlerini, kültürünü, toprağını ve özgürlüğünü korur.
Aidiyet bilincini kaybeden bir toplum ise yönlendirilmeye açık, kimliksiz, tüketim odaklı bir kitleye dönüşür.

Küresel sistemin asıl hedefi, ulus-devletlerin çözülmesiyle merkezi otoritesiz, kolay yönetilebilir kitleler yaratmaktır.
Her mahalle bir “kabileye”, her kabile bir “çıkar grubuna” dönüştüğünde; birlik duygusu kaybolur, toplumsal dayanışma yerini kaosa bırakır.
İşte tam o noktada, sahipsiz kalan bireyler yeni bir “merkeze” ihtiyaç duyar — bu merkez de genellikle küresel sermaye, teknoloji tekelleri veya ideolojik platformlar olur.


Aidiyet: İnsanlığın Doğal Kalkanı

Eğer toplumlar aidiyet bilincini yitirirse, kültürel kökler kurur, tarih silikleşir, diller unutulur.
Bir ulusun hafızası zayıfladığında, o toplumu yönlendirmek çocuk oyuncağı haline gelir.
Oysa aidiyet, bireyin ruhsal bağışıklık sistemidir.
Köklerinden kopmayan insan; ne kadar modernleşirse modernleşsin, kendini ve topluluğunu korumayı bilir.

Kısacası, milliyetçilik doğaldır; küresel dağınıklık ise suni bir projedir.
Doğa dengesini aidiyetle korur, insan toplumu ise kimliğiyle.
Kimliğini kaybeden toplum, doğanın kanunlarına karşı gelmiş olur — ve sonunda, kendi kendine yabancılaşır.

İlahi Adalet: Kalbin Soğuduğu Anda

 İnsan bazen adaletin bu dünyada işlemediğini düşünür.

Birine haksızlık yapılır, kalpler kırılır, hak eden kazanmaz.
Ve o anda içimizde sessizce bir şey kopar:

“Kelimeler boğazımızda düğümlenir…”

İlahiyatçılar der ki, ilahi adalet ahirette tecelli eder;
ama ben buna inanamıyorum.
Çünkü yaşadıklarıma göre, ilahi adalet bu dünyada görünür.
Hatta bazen, kalbimizdeki yangını söndüren tek şey odur.


Bir Hayal, Bir Dolandırıcılık, Bir Yangın

Henüz 20 yaşımdaydım.
Aşık olmuştum —hem de tüm kalbimle, tüm güvenimle.
O kişi bana, annesinin kalp hastası olduğunu, ameliyat parası bulamazsa öleceğini söyledi.
Ve ben inandım. Hiç düşünmeden tüm birikimimi ve birde üzerine kredi çekip borçlanarak lazım olan ameliyat parasını tamamlayıp verdim.
Ama meğer her şey yalanmış.
O, beni kandıran bir dolandırıcıymış.

Paramı aldıktan sonra kayboldu,
abisini arayıp buldum ve konuştum, ama konuştuğumda ise sadece şu cevabı aldım:

“Vermeseydin, zorla mı aldık?”

Yasal yoldan da hiçbir şey yapamadım.
Çünkü her kuruşu kendi elimle vermiştim.
Ve işte o anda, sanki bütün dünyam başıma yıkıldı. Bu kadar aptal olduğum için, kendimden nefret ettim. Kedime olan tüm güvenimi kaybettim.
Kelimeler boğazıma düğümlendi,
nefes alamadım, içim kül oldu.


Evrenin Sessiz Cevabı

Aradan iki yıl geçti.
O adamın trafik kazasında yanarak öldüğünün haberini aldım.
Bir süre sonra da abisinin dükkanını kapatıp İstanbul'a kaçtığını,
ve orda bir kavgada vurularak can verdiğini öğrendim.

İşte o an kalbim soğudu. Ne sevinç, ne intikam, sadece bir sessiz denge hissi.

Evrenin cevabı, ilahi adaletti buydu.  Kimseden dilekçe almadan, kimseden izin istemeden, adaleti kendi diliyle tecelli ettirmişti. 

O gün anladım ki, ilahi adalet sadece öteki dünyada değil, bazen bu dünyanın tam ortasında tecelli eder.


Adaletin Gerçek Anlamı

Benim için adalet, artık sadece “suçlunun cezalandırılması” değil.
Adalet, haksızlığa uğrayan kalbin soğumasıdır.
Yani içimizdeki o ateşin sönmesi,
“tamam, denge sağlandı” diyebilmektir.

Evrenin yasası şudur:
Her eylem, niyetinin titreşimiyle geri döner.
Kimi zaman hemen, kimi zaman yıllar sonra…
Ama hiçbir şey kaybolmaz.
Ne iyilik, ne kötülük, ne gözyaşı.

Belki ilahi adalet, sandığımızdan daha yakındır —
biz sadece onu hemen fark edemeyiz.

Tekrar Tekrar Bedenlenen Ruhlar: Tesla ve Evrensel Bilinç

 Bazı ruhlar vardır ki, bu dünyaya yalnızca bir kez gelmekle yetinmez.

Onlar, yaşamın anlamına, güzelliğine ve evrenin enerjisine öylesine âşıktır ki, tekrar tekrar bedenlenerek dünyaya dönerler.
Bu dönüş, bir ceza değil; bir aşkın ifadesidir.
Çünkü bazı ruhlar, bu mavi gezegeni bir cennet olarak görür — ve her defasında o cenneti yeniden deneyimlemek ister.


Ruhun Döngüsü ve Doyum Noktası

Bana göre her ruhun bir “doyum noktası” vardır.
Dünyadaki yaşamını güzellikle, farkındalıkla ve vicdan huzuruyla geçiren ruh, bu döngüyü tamamlar.
Böyle ruhlar artık yeniden bedenlenmeye ihtiyaç duymazlar; kuark düzeyinde titreşim hâlinde, evrensel enerjinin içinde varlıklarını sürdürürler.
Ama yarım kalanlar, haksızlığa uğrayanlar ya da “gözü açık gidenler” yeniden dünyaya dönerler.
Çünkü ruh, dengeyi bulmadan duramaz — tamamlanmak ister.


Tesla: Hatırlayan Ruh

Nikola Tesla, bana göre sıradan bir mucit değil, yeniden bedenlenmiş bir bilge ruhtu.
O, “icat” ettiğini sandığımız hiçbir şeyi aslında icat etmedi;
zaten biliyordu, sadece hatırladı.
Evrenin bilgisini, sanki bir yerlerden tekrar çağırır gibiydi.

Tesla’nın sözleri bunu kanıtlar niteliktedir:

“Evrenin sırlarını anlamak istiyorsan, enerji, frekans ve titreşim açısından düşün.”

Bu cümle, onun bilinciyle evren arasındaki bağı gösterir.
Tesla yalnızca elektriği değil, evrensel titreşimi çözmüştü.
Belki de o, önceki yaşamlarında yarım kalan bilgisini tamamlamak için tekrar bedenlenmişti.

Dünyayı Cennet Gören Ruhlar

Bazı insanlar bu dünyayı bir sınav değil, bir armağan olarak görür.
Acıyı da kabul eder, çünkü bilir:
Gül açarken diken de vardır;
yaşam nefes verirken bazen gözyaşı da bırakır ardında.

Bu ruhlar, karanlığa ışık taşıyanlardır.
Çünkü onlar, dünyanın acımasızlığında bile güzelliği görebilirler.
Ve en çok da onlar yanar,
ama her yanışları bir bilgelik kıvılcımı doğurur.
Onlar, sevmenin acısını da lütuf sayarlar.


Ah Enerjisi ve Ruhların Dansı

Hiçbir şey evrende kaybolmaz; ne bir nefes, ne bir dua, ne de bir ah.
Birine haksızlık ettiğinde, sadece o kişiye değil, onun atalarının ışığına da dokunursunuz.
Bu yüzden “ah enerjisi” evrenin en keskin titreşimidir;
iyiliğin yankısı nasıl şifaysa, haksızlığın yankısı da zehirdir.

Ruh, bu titreşimleri dengelemek için döner durur.
Bu bilinçle yaşamak, anlamak… işte bütün bunlar enerjiyi arındırır.
Vicdan huzuru, ruhun sükûn bulduğu tek yerdir çünkü.


Doyum Noktası: Tamamlanmak

Bir gün gelir, ruh artık sessizleşir.
Ne daha fazlasını ister, ne de geri dönmeyi.
Çünkü dünyayı sevmiştir, yaşamı anlamıştır, acının da kutsal olduğunu fark etmiştir.
İşte o zaman ruh, kuark boyutunda titreşen ışık olur.
Artık maddeye ihtiyaç duymaz;
evrenin kalbinde, rüzgârın içinde, bir melodinin notasında yaşamaya devam eder.

Ve biz bazen o melodiyi duyarız…
Bir bulutun şekline bakarken,
ya da yıldızlı bir gecede içimiz titrerken;
belki o, Tesla’dır, belki bizden önce yaşamış bir bilge,
ya da belki kendi geçmiş hâlimizdir.

Kişisel Not

Ben, atalarımızın ruhlarıyla iç içe yaşadığımıza inanıyorum.
Her nefesimizde, onların duaları yankılanıyor;
her adımımızda, onların ışığı yolumuzu aydınlatıyor.
Bazen " Verilmiş sadakam varmış" dediğimiz bir tehlike anında omzumuzu okşayan o ince dokunuş,
bazen "İlahi adalet tecelli etmiş" dediğimiz türden aldığımız içimizi soğutan bir haber,
işte hepsi onlardan bizlere birer selam.

Ata ruhlar, bizi korur; bizden yayılan enerjiyle beslenirler.
Onların varlığı, görünmeyen bir sevgi zinciri gibi, bir koruma kalkanı gibi çevreler bizi.
Bu yüzden ben, her günü farkındalıkla yaşamak isterim;
kimseye ah ettirmemeye, vicdanen temiz kalmak için çabalarım. 
Çünkü bilirim ki, yaşadığım her şeyin ardında
benimle birlikte devam eden  görünmez bir soyun alanı ve enerji bağı var.


Kamu Kurumlarının Görünmeyen Emeği: Yardımcı Hizmetler Sınıfının Sessiz Çığlığı

 Devlet dairelerinin ışıkları her sabah yanarken, ilk gelenler genellikle onlar olur.

Kahvelerini bile içemeden kurumun kapısını açarlar; Kahve kokusu yerine çamaşır suyunun kokusuyla güne başlarlar. Tüm ortak kullanım alanlarını temizler, bir talimatla bir başka odaya koştururlar.
Onlar kamu kurumlarının en sessiz, en görünmeyen çalışanlarıdır: Yardımcı Hizmetler Sınıfı.

Kâğıt üzerinde “yardımcı” olarak görünürler ama gerçekte kurumun bütün yükünü sırtlarında taşırlar.
Çünkü bu sınıfın ne  bir görev tanımı vardır, ne de emeklerinin karşılığında hak ettikleri statü.
657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu’na tabi olmalarına rağmen, ne işçi haklarından ne de memur ayrıcalıklarından faydalanabilirler.
Adeta iki sistemin arasında sıkışmış, “kamu personeli” denilen büyük yapının en alt basamağına yerleştirilmiş, ama o basamağı ayakta tutan taşıyıcı sütunlardır.


“Kurumun Orta Malı” Gibi Görülmek

Yardımcı Hizmetler Sınıfı çalışanları için bir günün nasıl geçtiğini sorsanız, tek bir cevap alırsınız:

“Orta malı gibi ordan oraya koşturarak.”

Bir gün hamal, ertesi gün bahçıvan, başka bir gün temizlikçi ya da çaycı…
Kurumun her boşluğu, her eksiği onlarla doldurulur.
Ama iş ücretlendirilmeye, yıpranma hakkına ya da  izin sürelerine geldiğinde, onların emeği görünmez olur.

Bir arkadaşın anlattığı hikâye aslında bir kişinin değil, bir dönemin özetidir:

“200 memurun çalıştığı bir kurumda dört kişiyiz. İkisi işçi, biz iki kişi Yardımcı Hizmetler kadrosundayız.
Aynı işi yapıyoruz ama işçiler yıpranma hakkından faydalanıyor.biz faydalanamıyoruz.
Memurların hepsi kendini patron sanıyor. Her biri özel hizmet, özel ilgi bekliyor.
Kimse açıkça bağırmıyor ama herkes seni yıpratmanın bir yolunu buluyor.”

Ve devam ediyor:

“Sırf egosunu tatmin etmek için çöplerini yere atan var. Odasında çöp kutusu olmasına rağmen yediği meyvenin kabuğunu yerlere atan, çayını bilerek döken, çiçek saksılarını bilerek deviren insanlar var.
Sırf ‘gel temizle’ diyerek sana yerini hatırlatmak için…”

Bu satırlar öfke değil, sessiz bir utanç anlatıyor.
Çünkü kamu dediğimiz yapı, toplumun ortak emeğidir.
Ama o yapının içindeki bazı insanlar, bu emeği kendi küçük krallıklarına dönüştürmüş durumda.


Görev Tanımı Olmayan Bir Sınıf: Hukuken Görünür Değil, İnsan Olarak Görünür Değil

657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun en flu alanı, Yardımcı Hizmetler Sınıfı’nın görev tanımının net olmamasıdır.
Kanunda bu kadroların “yardımcı nitelikte işler yapacağı” belirtilir ama bu tanım neredeyse her işe açık kapı bırakır.
Bu da kurumların eline şu fırsatı verir:

“Ne iş olsa yaptır.”

Temizlik, taşıma, servis, arşiv düzenleme, çay dağıtma, bahçe bakımı…
Liste uzar gider.
Üstelik bu kadar çok iş yüküne rağmen maaş skalasının en altında yer alırlar.

Ve ironik olan şudur:
Kamuya hizmet ettikleri için işçi değildirler;
ama memurların sahip olduğu hakka da sahip değildirler.
İki dünya arasında sıkışmış  “görünmeyen ve sessiz şiddetin altında hayatta kalma savaşı veren bir  sınıf”tırlar.


Sessiz Şiddetin Kurumsallaşmış Hali

Yardımcı Hizmetler personeli genellikle “herkese yetmeye çalışan ama kimseye yaranamayan” kişilerdir.
Bazı kurumlarda amirler ya da memurlar, onları bilinçli olarak sınar. Ve açıkçası, kurumları babaların şirketi ve yardımcı hizmetleri de emirlerine verilmiş özel hizmetçileri olarak görüler.

  • Bilerek yere dökülen çay,

  • Sümüğünü sildiği peçeteyi odasında çöp kutusu olduğu halde yere atarak verilmek istenen gizlenmiş kirli mesaj,

  • “Şunu hemen halledin” diye yapılan kibirli emirler…

Bunların hiçbirinde açık bir hakaret yoktur, ama hepsi sessiz bir psikolojik şiddettir.
Kişiyi değersiz hissettirmek, sınırlarını silmek, onu sıradanlaştırmak…
İşte sistemin en görünmeyen sessiz şiddet şekli budur.


Kurumların Vicdan Sınavı

Bu tablo sadece çalışanı değil, kurumu da kirletir.
Çünkü bir kurumun saygınlığı, makam odalarındaki isimliklerle değil, en alt kademedeki insanın nasıl muamele gördüğüyle ölçülür.
Eğer bir kamu kurumu, kendi çalışanına “senin yerin belli” mesajı veriyorsa;
o kurumun halka adalet dağıtmasından da söz edilemez.

Toplum, adaleti adliye binasında değil, koridordaki davranışta öğrenir.
Ve o koridorda, en çok koşanlar Yardımcı Hizmetler sınıfıdır.


Ne Yapılmalı?

Artık bu sessiz sınıfın sesi duyulmalı.

  • Görev tanımı yasal olarak netleştirilmeli,

  • Yıpranma payı ve sosyal haklar düzenlenmeli,

  • Eşit işe eşit ücret prensibi gerçekten uygulanmalı,

  • Kurum içi denetimler yalnızca evrakla değil, insan ilişkileriyle de yapılmalı.

Ve  en önemlisi:
Saygı kültürü sadece üst makamlara değil, herkese yayılmalı.
Bir kamu kurumu, en alttakine nasıl davrandığıyla uygarlığını gösterir.


Son Söz: “Yardımcı” Değil, “Taşıyıcı” Sınıf

Bugün devlet daireleri ayakta duruyorsa, bu sessiz insanların alın teri sayesindedir.
Memurlar için babasının evi gibi olan bu kurumlar, bu sessiz sınıf için işkencehane olmamalıdır. 
Kurumların sabahlarını aydınlatan bu insanlar, sabah işlerine gelirken bugün yine kim sabır sınırlarımı zorlayacak, başıma ne gelecek düşüncesiyle ağlayarak işe gelmemelidir..

Onların tek isteği:
İnsanca muamele, adil bir düzen ve hak ettiği saygı.

“Bir kurumun gerçek gücü, en üstteki makamda değil,
en alttaki çalışanın yüreğinde gizlidir.”

 


SİRİUS'un ÇOCUKLARI

Tek Güce Teslim Edilen Bir Dünya

  Her güç dengeyle sınanır; her denge adaletle korunur. Tek güce teslim edilen dünya, insanlığın ortak vicdanını kaybetme riski taşır.   Tek...